İngilizce ve Oğulcan !
Kesinlikle bu erasmus hede hödösünün en flaş ikilisi! Benim gibi 7/24 konuşma potansiyeli olan birisinin, kendini istediği gibi anlatamaması, ifade edememesi ne büyük dertmiş! Bence Tanrı beni cezalandırıyor. Burak geçen gün bu konuyla ilgili şöyle bir yorum yaptı: ''Ne güzel hayatım, böylece hayatta aslolan şeyin her zaman konuşmak olmadığını, bazen dinlemek de olduğunu anlamışsındır umarım'' Koptum, dünyanın en komik ve doğru yorumuydu : )
Konuşamamak hadi yine bir derece, iyi-kötü anlatıyorum derdimi, ama anlayamamak, işte o daha kötü. İşte geldiğimden beri İngilizce ve benim aramdaki ilişkiden anekdotlar:
- Dönüp bakınca, ilk hafta pek bir güzeldi. Çünkü ortaokulda öğrendiğim kalıplar işe yarıyordu. (bkz. where are you from, how old are you) Ama haftalar ilerledikçe muhabbet de derinleşmeye başladı. Entellektüel sinema muhabbetleri, aşk-meşk ilişkileri, erasmus dedikoduları falan derken kullandığım kalıp sayısı 3'e düştü. 1- yes (ne yes'i hatta yeah) 2- ok 3- I could't understand, can you repeat
-İnsanlara bok atmada pek bi becerikliyimdir ama atamıyorum bu insanlara geneli çok şirin bence. Ama işte samimi arkadaşlıklar kuramıyorum nedeni tabiki de ingilizce. Ben zaten hiçbir zaman konu açan insan olmuyorum ünlem cümlelerimle. İnsanlar benle sohbet etmeye geliyorlar, o an için önemli bir anı/olay anlatıyorlar. Buraya kadar süper, erasmuscan'lar benimle birşeyler paylaşmak istiyorlar. Ama ben de karşılığında birşeyler söyleyebilmeliyim ki sohbet aksın di mi? Benim tepkim ''Ouuv ahh, ok'' olunca, insanların bir şey anlatma hevesi kayboluyor ve bir diğer erasmuscan'a doğru yola çıkıyorlar : )
-Derslerde durum daha trajikomik bir hal alıyor. Geçen gün bir derste hoca yine çok önemli şeylerden bahsederken, dedim ki ''Yok Oğulcan, bu sefer ders sırasında pencereden gölü izlemek yok, konsatre ol, anla adamın söylediklerini'' Bu kararıma çok sadık bir şekilde dinleyip notlar alıyordum. Sürekli bahsi geçen bir olay vardı. ''förstvolvar'' İşte bu olay yüzünden Çekler çok etkilenmiş, bu elbetteki sinemaya da yansımış falan filan. Ben elbetteki bu mühim olayı ''1. Wall War'' olarak pek başarılı bir şekilde algıladım, savaşın ne kadar kötü bir şey olduğuna dair dersler çıkardım :) Bir yandan da hafızamı yokladım. Birinci duvar savaşı ne yahu, hiç duymadım. Ama yaratıcı yönüm hemen tahminler yürütmeye başladı: Almanların Çekoslovakya üzerinde etkileri büyüktü, asker çıkarmalar, himaye altına almalar , e işte Almanya'da da önemli bir duvar var, ah o duvar yüzünden kaç kişinin canı yandı'' diye tam bağlantı kurmuşken hocanın ''2. Wall War'' demesiyle ortadaki ''wall'' kelimesinin ''world'' olduğunu anladım mutlu oldum, tarihte 1. ve 2. duvar savaşı yokmuş meğersem. ama n'apıyım telaffuzları çok benziyordu : )
-Yine ders sırasında bazı 'sence of humour' yönü pek bir kuvvetli olan hocalar hiç beklenmedik anda bir espri patlatıyorlar, ve sınıf kopuyor. Ben de asla neye gülündüğünü anlamasamda o kadar içten gülüyorum ki bazen ben bile inanıyorum kendime.
-İngilizce konuşmada elbetteki ilk haftalara göre daha iyiyim. Ama ingilizce konuşurken çok yoruluyorum. Çünkü her defasında ayrı bir canlı performans sergiliyorum. Dilimin yetersizliğini beden hareketlerimle kapamaya çalışmaktan, konuşma sonunda bitkin düşüyorum. O kollar, eller, mimikler çıldırıyor ben ingilizce konuşurken :)
-Bir de aksanım var tabi. (Yaaa, ne sandınız) Sit-com aksanı adını taktım bu aksanıma. Çünkü hayatım boyunca en çok inglizce konuşan insanlar belli bir süre sonra arkadaşım olduklarını zannettiğim sit-com karakterleri oldu. Hele bir ''donçyounaaoow'' deyişim var ki aman allah! Ha bir de Rachel gibi ''you know what'' demeyi seviyorum. Henüz Joey gini ''howyoudoing'' safhasına gelmedim ama yakındır.
-Geçen gün bir arkadaşımla bir bara gittik. 10 sene yurtdışında kalsam mümkünü yok o aksanı anlayamazdım. Gece boyunca - ki bu 5 saate tekabül ediyor- birbirimize sürekli birşeyler söyleyip durduk, güldük, eğlendik. Ama onun anlattığı hiçbirşeyi anlamadım, ki o da asla anlamadı. Bunu test etmek için bazen konunun tamamen dışında şeyler söyledim. Mesela Prague'taki mağazalardan bahsederken, bir anda derslerimin çok zor olduğu ile ilgili bir cümle kurdum. Ve pek samimi dostum bu söylediğime yine ''Ah oh okes'' deyip gülerek başını salladı, tıpkı daha önce kurduğum bütün cümlelere yaptığı gibi. Bozmadım, biz öyle mutluyduk.
-Ay bir de bazen inglizce espri yapmaya çalışıyorum ya, çok üzülüyorum kendime : )
can you speak English? no baby, no baby
18 Ekim 2009 Pazar
written by oğul. an: 14:44 2 reaksiyon
albertov
Bir şehirde bir aydır kalıyorsanız, artık kendi rutininizi bulmuşsunuz demektir. Rutin kelimesi başta sıkıcılığı anımsatsa da, bence bir yerde gerçekten yaşamaya başlamanın belirtisi. Elbetteki yurt, hostel gibi yerler yerine kısa süreliğine de olsa insanın bir evi olması, insanı daha ait kılıyor yaşadığı yere. (bkz. cihangir'deki evim gittikten sonra İstanbul'a düşman kesilmem) Burada alsında o kadar güzel evler var ki. Bazen akşam yürüyüşe çıktığımda alt katta olan evleri gözlemliyorum/gözetliyorum. Son derece bohem dekarasyonlarıyla beni benden alıyorlar. Bizim evimiz asla böyle değil tabi, daha çok bir otel odası kendisi. Ama bir kaç ay için idare ediliyor pekala. Ben yerini/muhitini pek bir seviyorum. Şehrin merkezinde değil ama, tramvayla merkeze gitmek 5 dakika, okula gitmek 7 dakika. Adamlar ulaşım olayını çözmüş abicim, ne de olsa Avrupalı : ) Bu da benim burdaki minik dünyam.
bu benim odam, evet yine çatı katı :)
minik penceremin gördüğü manzara
işte albertov residence(!) malesef bizim pencere gözükmüyor, malum çatı katı
apartmanımızın önündeki tramvay durağı, tramvay beklerken her gün klip çekiyorum burda : )
Bu benim her gün okula/merkeze gitmek için bindiğim tramvay
ben tramvay'la ulaşımı sağlarken, bazı insanlar başka taşıtlar tercih ediyor tabi :)
written by oğul. an: 13:49 2 reaksiyon
cümle içinde kullan: prague
yıllık izninin bir bölümünü kullanan yazar
11 Ekim 2009 Pazar
kendimi yeni romanını yazmak için başka şehirlere kaçmış bir yazar gibi hissediyorum.
written by oğul. an: 15:12 2 reaksiyon
cümle içinde kullan: prague
prague'ta sonbahar*
Yağmur yağıyor, kereta pek keyifli yağıyor.
Çok sıcak, tatlı bir kafedeyim.
Tuhaf bir şekilde burada oturan herkes çok mutlu.
Fotoğrafını çekip paylaşmak isterdim ama insanların huzurunu bozmaktan çekiniyorum.
Biraz fazla köpüklü olsa da cafelatte'mi içiyorum.
Haftaiçi okulda duydugum bin beş yüz çek yönetmen hakkında birşeyler okuyup, arkadaşlarımın yolladığı mesajlara yanıtlar yazıcam.
Sonra bir de yeni sonbahar şarkıları keşfedicem.
Ben daha önce Prague'ta hiç sonbahar yaşamamıştım.
Ve yine ben uzun zamandır bu kadar keyifli bir pazar yaşamamıştım.
*ceren'e sevgiler
written by oğul. an: 13:09 2 reaksiyon
cümle içinde kullan: prague